cnc, istanbul, torna, işleme merkezi


“Mevlana bir peygamberdir”

Yazar jawscod2

Her türlü güncel ve genel bilgi rafist.com

Mevlana’nın yedi ciltlik Divan’ını 23 yılda İngilizce’ye çeviren Dr. Nevit Ergin, Kültür Bakanlığı’nın çevrilmesini istemediği son 200 gazeli “Forbidden Rumi” (Yasaklı Rumi) adıyla yayımladı. “İslam’dan çok Budizme yakın olan” Mevlana’nın senede bir gün “yavaş ve sıkıcı bir seremoni” ile anıldığını savunan ve Türkiye’de Mevlana mafyası olduğunu söyleyen Ergin’e göre, onu anlamak için algıda değişiklik gerekiyor. Şarap içen, müzik dinleyen ve sema eden Mevlana’nın günümüzde o dönemdeki kadar özgür yazamayacağını belirten Ergin, bugün yasak olsa da kadınların onun zamanında sema yaptığına hatta şeyh olduğuna dikkat çekiyor. 19. yüzyıl Mevlevi şairi Leyla’nın erkek egemenliğine karşı isyanı ise çarpıcı: “Allah’ım şu kadarcık bir et parçasını benden niye esirgedin!”

25 Şubat 2006’da, ABD’de bir kitap yayımlandı: “Forbidden Rumi”, yani “Yasaklı Rumi”. Kitabın yazarı Nevit Oğuz Ergin Amerikalılar için tanıdık bir isimdi, çünkü Mevlana’nın 44 bin beyitlik Divan’ının tamamını Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirisini esas alarak İngilizce’ye çevirmişti. 23 yıl önce başladığı bu çeviriyi, 1992’de kurduğu “Society for Understanding Mevlana”, yani “Mevlana’yı Anlama Vakfı”nın yayınevi olan “Echo Publications” 22 cilt halinde parça parça basmıştı. Uzun süre çok satanlar listesinin üst sıralarında yer alan son kitapla Divan’ın çevirisi tamamlanmış oldu. Ayrıca Ergin, tüm Amerika’da hatta Hindistan’da kalabalık topluluklara yıllardır her fırsatta Mevlana’yı anlatıyor. 2007’nin “Mevlana Yılı” ilan edilmesiyle, dünyada ve Türkiye’de Mevlana’ya dair neredeyse yazılıp çizilmeyen şey kalmadı. Ancak her nedense ne “Yasaklı Rumi” kitabı, ne de Nevit Oğuz Ergin ülkemizde kimsenin ilgisini çekmedi. “Hiçbir Türk’e Mevlana’yı anlatamadım” diyen 80 yaşında, sanki bilgeliği sesine yansıyan Ergin ona ilk ilgi gösteren Türk olduğumu söyledi ve uzun süren birçok telefon ve MSN konuşmasından ve yazışmalardan sonra “bir Türk’e de” Mevlana’yı anlatabileceğine kanaat getirdi…

1957’de Türkiye’den ayrılıp Kanada’da plastik cerrahi okuyan, sonra halen yaşadığı ABD’ye yerleşen Nevit Ergin, Türkiye’de olmasa da yurtdışında tanındığını söylediği “kısa fakat yoğun” bir kitap olan “İslam Tasavvufu’nda Hacegan Hanedanı”nın yazarı. “Hocası Hasan Lütfi Şuşud’un kapısından” girmiş Mevlana’ya. “Mevlana’nın kapısını çalmadan birkaç kapı daha çalmak, geçim derdini temin etmek, ilimden nasibini almak, dini bilmek” gerektiğine inanıyor. Molla Câmi’nin “Hz. Peygamber’den sonra peygamber gelmeyecek ama ne yapalım onun kitabı var” sözünü önemsiyor ve “Kitap ile Mesnevi’yi kastediyor. Çoğu İran’lı Mesnevi’yi Farsça yazılmış Kur’an diye kabul eder. Benim anlayışıma göre Mevlana bir peygamberdir” iddiasında bulunuyor. Ergin’e göre Türkiye’de Mevlana’yı; okumuş yazmış insanlar gerici, dindarlar ise aşırı zannediyor ve herkes kendi Mevlana’sını yaratıyor. Üstelik insanların onun sayesinde para kazandığını ekliyor ve bu yüzden “Türkiye’de Mevlana mafyası var” diyor.

“Şifa yokluktur!”

En başta Mevlana’nın yokluğa verdiği önemin altını çiziyor Ergin: “Cevher yokluktur. Yokluktan başkasıysa arazdır, yokluktur şifa; yokluktan başka ne varsa hastalıktır, illettir. Dünya tümden baş ağrısıdır, aldanıştır; yokluksa dünyada definedir, maksat odur. (Gölpınarlı D 131-1)’ diyen Mevlana, bu yüzden İslam’dan daha çok, yokluk kavramının merkezde olduğu Budizm’e yakın.” Görüşünü “Mevlana sadece ortodoks İslam’a vâkıf bir âlim olarak kalsaydı, Şems’in yardımıyla ortodoksluğun üzerine çıkmasaydı, kimse onu bilemeyecekti” iddiasıyla destekleyen Ergin, Mevlana’nın Sünni İslam’a sığmadığını “bacakları ve kollarının hep dışarıda kaldığını” belirtiyor. Bu noktada işaret ettiği Mevlana’nın rubaisi ise şu sözlerden oluşuyor: “Minare ve medreseler viran olmadıkça / Kalenderlik ahvali intizam bulmaz. / İman küfür ve küfür iman olmadıkça / Hakk’ın bir kulu hakkıyla Müslüman olmaz. (Rubailer, İş Bankası Yayınları, S.7, Hasan Ali Yücel çevirisi)
Mevlana’nın “Divan”ında yer alan şu gazel de anlamlı: “Ne topraktanım, ne yelden; ne ateştenim, ne sudan… Herkesin adına ant içtikleri var ya, tümden o oldum ben. / Sarhoş Musa’yım ben, şu yamalı hırkamın içinde Allah var. (…) Padişahlar padişahının yanındayım; hem kulum, hem padişah… Allah’la bile bulunduğum yere Cebrail nerden sığacak? (…) Allahlık şerbetinden, Ene’l-Hak’lık şarabından herkes kadehle içti, bense küplerle, fıçılarla içtim. / Ben canlar kıblesiyim, ben gönüller Kabesiyim… Arş’ın mescidiyim ben, Cuma mescidi değilim. (Cilt 7-2, s.329)
Böyle şiirler yazan ve “Cübbemin içinde Allah’tan başkası yok” dediği için asılan büyük İslam âlimi Cüneyd-i Bağdadi’ye “Sen ufacık bir şey dediğin için seni darağacına astılar, benim söylediklerimi duysaydın sen beni darağacına asardın” diyen Mevlana, Ergin’e göre günümüzde böyle şiirler yazamazdı. Ergin’e için Mevlana’nın yaşadığı dönemde bu kadar özgür olabilmesinin nedeniyse şu: “Selçuklu hakimiyeti kalmamış, iktidar boşluğu var. Ayrıca İslam’ın oldukça tolerans kazanmış dönemi. Bir de Şeyhülislam Sadrettin Konevi Mevlana’nın hayranlarından biri ve tepkilere karşı onu korumuş.”
Ergin, “bir yanardağ” olan Mevlana’nın lavlarının çıkmasından ve soğuyup taşlaşmasından sonra oğlu Sultan Veled’in kurduğu Mevleviliğin de Mevlana’dan farklı olduğu görüşünde. “14.-15. asırdan sonra şekilden ibaret hale geldi. Hep böyle olur. Gerçekleri bulamayanlar, teferruatları din edinir. Sema töreni de şu anda son derece yavaş ve sıkıcı bir seremoniden ibaret. Kızmasınlar ama bu çağdaki gençlerin, hatta orta yaşlıların senede bir günden fazla Mevlana ile ilgilenmelerini istiyorsak, o müziği başka bir şekle sokmak lazım” diyen Ergin, “ney”in elbette baş tacı olduğunu, ama mesela Hindistan’da neyle yapılan bir müzikle şiir okunurken iki kadının çıkıp dans ettiğini, bizimse hâlâ “kadın sesi olur mu, kadın sema yapar mı” gibi sorularla zaman kaybettiğimizi düşünüyor (Bu konuya ve Mevlana’nın kadına bakışına dair ayrıntıları yandaki sütunlarda okuyabilirsiniz.).

Şarap içilen dergâhlar!

Ergin’in dikkat çekici bir başka iddiası da saray ve zenginlerin Mevleviliğin hamisi olana ve ortodoks İslam Mevleviliğe girene dek bu dergâhlarda şarap da içildiği yönünde: “İki türlü şarap vardır. İlahi şarap ve üzüm şarabı. Mevlana bu ikisini de içtiğini söyler” diyen Ergin, şu rubaiyi örnek veriyor: “Nice bir deneyeyim kendimi, nice bir sınayayım şu akıllı, düşünceli canımı; sarhoş olduğum gün gemiyim, gezer görürüm, halbuki aklı başında olduğum gün demir atmış gibi kala kalırım.” (Cilt 1, gazel 85)
Ama bunlar Ergin’e göre Batı’nın Mevlana’ya ilgi göstermesinin sebebi değil. “Batı’da inançla bilim arasında bocaladı insanlar. İnanç ve bilgi birbirini sevmez, ama Rönesans ile mesut veya mutsuz bir evlilik yaptılar. Sonrasında bilim, kültür gelişti. Bu hadise bizde maalesef olmadı. Her şey Kur’an’ın içindedir, dendi ve İslam inanç çerçevesi içinde kaldı. Oysa Batı’da ekümenik konsüllerle değişikliklere uğradı. Yine de ne bilimsel gelişmeler ne de inanç mutluluk getirdi ve Mevlana’yı yeni bir alternatif olarak gördüler. Çünkü Mevlana ikisinin de kaynağını çok iyi biliyor. Bütün problemlerin insanın kendisinden çıktığını ve bu problemin nasıl ortadan kaldırılabileceğini gösteriyor”.

“Mevlanaca bilmek lazım”

İnsanın kişiliğinin bir taraftan imanı yani dini yarattığını, Allah adına hâlâ insanların öldürüldüğünü söyleyen Ergin, kişiliğin bir taraftan da alabildiğine milliyetçilik yarattığını, ikisinin bizim en büyük belamız olduğu görüşünde.
Ergin’e göre tüm bunları Türkiye’deki “Mevlana alimlerinin ağızlarına almamasının” sebebi, Mevlana’yı gerçek manada anlamamaları; çünkü “anlamak için kendinizin de Mevlana olması lazım. İngilizce, Farsça, Arapça, Türkçe bilmek yetmez, Mevlanaca bilmek lazım”. Mevlana’nın “kendimizden daha büyük, daha öte” bir varlık olmanın yollarını anlattığını söyleyen Ergin’in Divan’ı çevirirken 23 senedir gecesi gündüzü Mevlana ile geçmiş. Oruca büyük önem veren, “12 sene her Allah’ın günü oruç tuttum ve kimse de bilmedi” diyen Ergin’e göre, Mevlana’nın bir gazeli ispatlanıyor:
“Oruç can gözünün açılması için bedenleri kör eder.(…) Yemek yediğin vakit senin yüzünden için pisliklerle dolar… Oruç hamama benzer, bütün kötülüklerden yur, arıtır seni. Oruç seni ışığa çevirir, bütün Zühallere ışık saçarsın. (…) Canının içinde Kur’an ışığını istiyorsan, oruç bütün Kur’an’ın tertemiz ışığının sırrıdır. (Cilt 7-2, s. 388, Gazel 49)
Öne sürülen tezlerden biri de uzun süre oruç tutulmaması ve idrakteki gelişimin yaşanmaması halinde Mevlana’dan hiçbir şey anlaşılamayacağı… Bu konuda “Mevlana diyor ki insan bir algıdan ibarettir. İnsan kara ile denizin birbirine dokunduğu yerdeki objedir. Su değildir, kara değildir, sahildir. Fiziki dünya ile öte dünyanın birbirine değdiği yerde durur insan” diyen Ergin, Mevlana’nın algıya, yaratılışa ve insana dair görüşünü şu sözlerle özetliyor: “Bu kainatın, insanın bir başı da yoktur, sonu da yoktur. İnsanın en büyük macerası başını ve sonunu bilmediği bir hayatı yaşaması ve bunun huzursuzluğunu hissetmesi. Mevlana sen hiçbir zaman doğmadın ki ölesin, diyor. Algıda muhtelif tabakalar var. Biz ne Adem’in ne Havva’nın; algılarımızın çocuklarıyız. Bu yüzden birbirimizi anlamayız, kelimeleri kullanırız ama kelimelere kendi anlamlarımızı veririz. Ruhen, beyinde lisansız konuşabilsek, birbirimizi daha iyi anlayacağız.”

“Egzotik tarikat yok”

Ergin, Mevlana’da algı hadisesinin zaman ve mekanın ötesine geçtiğine, insanın Allah, hayat, ölüm, kader gibi sorulara ancak bu boyutta cevap bulabileceğine dikkat çekiyor.
İslam tasavvufunda yer alan bazı tarikatlarda algıda değişiklik amacıyla zikir uygulamaları sorulduğunda ise Ergin veryansın ediyor: “Hepsi palavradır. Tarikatlarda şeyh ve mürit vardır, hizmet ve öğrenim vardır. Zaten şu anda ezoterik tarikat da yok, hepsi politik ve menfaate dayanan kuvvet güçleri. Kaldı ki algıda değişikliği kendiniz yaratırsınız. Yalnız! Bu uzun, zahmetli ve kişinin tek başına yürüyeceği bir yoldur. Ne kimse size öğretebilir bunu, ne de yardım edebilir. Öyle olsaydı Peygamberimiz kendi çocuklarına öğretirdi.”
Ergin, algıdaki değişikliğin buna doğuştan kabiliyetli, tesirli bir kimseyle kısa zamanda da olabileceğini ekliyor. “Mevlana’nın gözünde peygamber gibi olan, 44 bin beyitlik Divanı’nda anlattığı” Şems-i Tebrizi, Mevlana’da algıdaki değişikliği yapan, hatta “Mevlana’yı Mevlana yapan” kimse Ergin’e göre. Bu konudaki spekülatif yorumlar sebebiyle “söylenmeyen bir baskı var, Konya’da Şems’in adı geçmiyor, türbesi tıklım tıklım. Herkes var ama Şems yok. Nerede olduğu da belli değil”. Yakın gelecekte Şems’le Mevlana’nın mektuplarını tercüme edeceğini söyleyen Ergin’in dikkat çektiği, yine Divan’dan bir gazelin satır araları, bir “Kalender” olan Mevlana’yı, aslına onu anlamak cesaretini gösterebileceklere naifçe özetliyor:

“Zümrüdüanka da, kimya da, Kalenderlik kokusu da Kalender’in sıfatlarıdır ama Kalender bunlardan arıdır, ayrıdır./ Kalenderim diyorsun ama gönül kabul etmiyor bu sözü, çünkü Kalender yaratılmamıştır./ Kalenderlik tuzağı, Kalenderlik soluğu, neliksiz-niteliksiz alemdedir… ululuktan, iş başarmadan uzaktır. / Baştan başa varlıksın; kendin, kendinden ne arıyorsun sen? Testideki su gibi tümden toprakla dolusun sen. / Âşıklık yolunu tut da kendinden kendine yolculuğa düş, a dostum kısa kes şu hikayeyi./ Ne korku var, ne ümit, ne ibadet var, ne suç; ne kulluk var, ne Tanrılık; ne de tanrı komşuluğu. / Gücü yetmezlik, gücü yeterlik, Tanrılık, kulluk… dikkat edersen görürsün ki bu yol hepsinden de dışarıdır. / Kalenderlik yolu, Tanrılıktan da dışarıdır… kulluğa da gelmez, peygamberliğe de sığmaz. / Sakın, sakın da her aşık, boş yere laf etmesin… çünkü bu yol, bu kılavuzluk kimseye ısmarlanmamıştır.” (Cilt 7-2 s. 346)
Not: Yazıda İş Bankası Yayınları tarafından Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirisiyle yayımlanan Divan-ı Kebir’den yararlanılmıştır.

MEVLANA VE KADIN
“İnsan men edildiği şeyin üstüne düşer”

Abdülbaki Gölpınarlı’nın İnkılap Kitabevi tarafından 1951 yılında yayımlanan “Mevlana Celaleddin” kitabında Mevlana’nın kadının kapanması konusundaki şu satırları dikkat çekici:
“İnsan men edildiği şeyin üstüne düşer. Hele o ekmeği koltuğuna vurur, göstermemek için inada kalkışır, ısrar eder, durursan görmek isteyenlerin hırsı, rağbetleri büsbütün artar. Kadına gizlen diye ne kadar emredersen et, onda kendini göstermek isteği o kadar artar. Halk da gizlendiği için daha fazla üstüne düşer. Şu halde sen oturmuş, iki tarafın da rağbetini körüklüyorsun, sonra da bu iş ifsadın (fenalık, zulmetmek) ta kendisiyken, ıslah sanıyorsun.” Gölpınarlı kitabında, Mevlana’nın birçok kadın seveni olduğundan bahsediyor. 13. yy. İslam alimi Muineddin Pervane’nin karısı Gürcü Hatun, Kayseri’ye giderken Mevlana’nın hasretine dayanamayacağını düşünerek Aynüddevle adlı bir Rum ressama resmini yaptırmış. İşçi ve esnafın kadınları da Mevlana’yı sever, toplantılarında onu evlerine çağırır, gelince üstüne güller saçar, beraber sema ederlermiş. “Kadın hak nurudur, sevgili değil, yaratıcıdır, yaratılmış değil” diyen Mevlana, hayatı boyunca tek kadınla geçinmiş.
Abdülbaki Gölpınarlı’nın yine İnkılap Kitabevi tarafından 1983’te yayımlanan “Mevlana’dan sonra Mevlevilik” kitabında da, kadınların Mevlevi şeyhi olduklarına dair bilgi yer alıyor; Sultan Veled’in kızı Şeref Hatun, Konyalı Arife-i Hoş-likaa, Şah Mehmed Çelebi’nin kızı Destina, Güneş Han gibi… Gölpınarlı, Mevleviliğin ilk devirlerinde kadınların cemiyet dışına atılmadığını, özellikle köylere kadar yayılan Mevleviliğin kadını erkekten aşağı görmediğini, bu yüzden kadınların sema meclislerine katıldığı görüşünde olduğunu yazmış. Mevlevilik iktidara dayanınca, devletle uzlaşınca, köylerden şehirlere inince, kadınların özgürlüğü de yara almış. Özellikle 17. yüzyıldan itibaren kadın halifelere de rastlanmıyor. Gölpınarlı, 1848’de ölen, Kulekapısı Mevlevihanesi’nin mezarlığında yatan şair Leyla’nın gözyaşları dökerek, “Yarabbi, şu kadarcık bir et parçasını benden niçin esirgedin” demesinin Mevleviler arasında dilden dile aktarıldığını yazmış.

Mevlana’nın dilinden algıdaki değişiklik

“Ebedilik vasfı aşk medresesini kuralı sevenle sevilenin arasındaki fark kadar zor bir mesele ortaya çıkmadı. / Kıyastan, deverandan başka yollar var ama meseleyi çözmeye çalışan bu yollar, fıkıh bilgisini bilene de kapalı, hekime de, kendini yıldız bilgini sanana da. / O şekilde de, bu şekilde de nice keskin düşünce, bahislere girişti, düşünceye daldı da yed-i beyza gösterdi. / Birçok farklardan bahsettiler, fakat hepsinin de yolları bağlandı; camiye yüz tuttular, orda daha yüzlerce fark meydana çıktı. / Fikir sınırlıydı; toplayanın, ayıranınsa sonu yok… Sınırlı olansa sınırsızda yok oldu gitti. / Yok oluş sarhoşluktur, yok oluşun ardında, mutlaka bir kendine geliş var. Gölge ne kadar uzarsa uzasın, ardında güneş vardır. / Bu “Göğü dürer” sırrının dille anlatılamamasındandır; çünkü böyle bir şeyin ispatı, varlığı yok bilmekle, yok etmekle olur. (…) Gök kubbenin üstünde bir başka, bir görülmemiş oyun oynama vardır sana. (Cilt 7-1, gazel 50, s. 538)”

“Ne ben benim, ne sen sensin, ne bensin; hem ben benim, hem sen sensin, hem sen bensin… A Hutenli güzel seninle öyle bir haldeyim ki yanılıyorum; ben mi senim, sen mi bensin?” (Gölpınarlı, Rubai 244)

Aşk prensi Mevlana

Dr. Nevit Ergin’e göre “aşkın prensi olan Mevlana” İslam’ın gülümseyen yüzü ve konusu da aşk! İşte bunu hatırlatmak için gönderdiği rubailerden bazıları…
* Kafirlikle Müslümanlık daha şimdi meydana geldi; aşkınsa önüne ön yok… Aşkın öldürdüğü kafiri kafirlerden sayma sen (Cilt 7-1 S.560 Gazel 63).
* Peygamberimizin yolu aşktır, aşk oğullarıyız biz, anamız aşktır; a anamız, a beden elbisemizde gizlenen anamız; a bizim kâfir tâbiatımızdan gizlenmiş anamız (Gölpınarlı Rubailer, S. 18).
* Biz aşka aşığız, Müslüman başkadır; biz arık karıncalarız, Süleyman başkadır (Gölpınarlı Rubailer, S. 44).


“Yasaklı Rumi” kitabından “Şems’e Aşk Mektubu”

“A kavuşması bir an, ayrılığı yıllar süren dost, çabucak yükünü, dengini deveye yükleyen sevgili,
Şimdicek gece oldu; fakat o güneş yüzlünün ayrılığıyla kapkaranlık geceye de depremler düştü.
Sen gidiyordun, bense gözlerim açık, susakalmış, öylece donmuştum şaşkınlıktan.
Şaşırıp kalmasaydım, o anda yüzüm kanlara bulanırdı, feryadım yılları yırtardı.
Yol başında acıman için yalvarır, canımı yüzlerce defa kurban ederdim sana; mal da nedir ki?
Karanlık gecede ateş gibi feryat ederdim, kıyamet gününün korkuları belirirdi.
(…)
A efendim Şemseddin, Ay gibi ışıklar tertemiz canın için, n’olur kırma ümitleri.
Sonu bulunmayan bir denizin incisine benzer sözlerin, taşları lal haline getirmiştir, herkese haller vermiştir.” (Cilt 7-2, Gazel 29, s.353)

Kültür Bakanlığı’nın öncelikleri!

Nevit Ergin’in Mevlana’nın Divan’ının tamamını İngilizce’ye çevirme projesi, 1992’de Fikri Sağlar Kültür Bakanı’yken başlamış. Bu süreçte birçok kültür bakanı değişmiş, hatta Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı döneminde proje durdurulmuş. Sonrasında tekrar başlamış ve iki, üç sene öncesine kadar devam etmiş. 22 cildin çevirisinden sonra, yedinci cildin sonunda yer alan, herhangi bir vezne uymayan “acar” şiirlerin çevirisini Kültür Bakanlığı istememiş. İşte Ergin, “Forbidden Rumi” kitabında bu şiirleri çevirmiş. “Her parti onu kendi adamı gibi gösterir. Aralık ayında bir gece anılır, sonra unutulur” diyen Ergin, Mevlana’ya ilginin 2007’den sonra söneceği görüşünde. Bir süre önce Kültür Bakanlığı’na, Mevlana’nın tüm rubailerini orijinali gibi yayınlamayı, İngilizce çevirilerinin yanına Türkçeleri de eklemeyi düşündüğünü, bu konuda bir katkılarının olup olmadığını sormuş. Bir yetkili, yurtdışında Türkçe eserlerden çevirileri desteklemek amaçlı bir proje olan TEDA’ya başvurabileceğini söylemiş. Ergin başvuruyu yapmış, ancak toplantı sonrasında açıklanan listede projelerine yer verilmediğini görünce gerekçesini yazılı olarak talep etmiş. 7 Nisan 2008’de Mevlana ile ilgili çalışmanın öncelikleri arasında yer almadığına dair cevap verilmiş.

Bu yazı toplamda 1680, bugün ise 0 kez görüntülenmiş

Share
Ev ve İş Telefonu Başvurusu Yapmak İçin; Buraya tıklayınız...

CommentYorum