cnc, istanbul, torna, işleme merkezi


Yaşadığım ve okuduğum Beyoğlu..

Yazar jawscod2

Her türlü güncel ve genel bilgi rafist.com

Yaşadığım Beyoğlu’nu edebiyata geçmiş geniş yelpazesinden görür gibiyim. Sözgelimi, yenilikçi, öncü Küçük Sahne’nin hemen karşısında varyete üslûplu Ses Tiyatrosu. Lokumların, akide şekerlerinin, çiftekavrulmuşların imparatorluğu Hacı Bekir’le aynı sırada pastalı, gatolu, pandispanyalı Tilla Pastanesi. Tezatlar yumağı değil, ayrı ayrı tatları çıkarılacak çeşit bereketi.Edebiyatımıza İntermezzo’yu ve Asmalımesçit 74’ü kazandırmış Fikret Adil’den edebiyat tarihlerimiz pek söz açmaz. Bu iki yapıta Garden Bar’ın serüvenini de ekleyerek, Fikret Adil’i günümüzün okurlarına İletişim Yayınları yeniden kazandırmak istedi. İlgi devşirdi mi, bilmiyorum.

Oysa onun eserleri büyük sahicilikler taşır. Romana ve öyküye handiyse musallat olmuş, kendini yazarken bir başkası gibi görünme saplantısını kapının önüne ilk koyanlardandır Fikret Adil. Özellikle İntermezzo, bir roman kurgusunda, bir uzun öykü kurgusunda, fakat doğrudan doğruya ‘yaşanmış’ın izinde yol alır.

Asmalımesçit 74’e gelince, onda bir anı-roman havası eser. Bütün kişileri adlı adınca anılmıştır. Fikret Adil de, bohem hayatın ortasında, anlatıcı kimliğinde görünür. En uçtaki yaşantılar, anlatıcının söyleminde acılar, duyarlıklar, hüzünler, ruh çılgınlıkları edinir.

Mekân hemen hep Beyoğlu ve çevresidir. Gerçi Boğaziçi de karşımıza çıkar ama, bir iki sahnede, gezintilerde. Beyoğlu’nda sanatkârlarla, yazarçizerlerle, ressamlarla, serserilerle, yoldan çıkmışlarla yüz yüze geliriz. Düşünüyorum da, Asmalımesçit 74’ü okumasaydım, Hale Asaf’ın alabildiğine Batılı olmak isterken, gönlünde Doğulu kalışını, ikilemli, biraz hırçın, bir hayli içli dünyasını nasıl hissedecektim…

Fikret Adil’e bir ‘Beyoğlu yazarı’ diyebiliriz. Beyoğlu’ndan esinlenmiş başka yazarlarımız ve şairlerimizle birlikte, o da, Beyoğlu’nu tarihi içinde yaşatıyor bugün.

Meselâ, Asmalımesçit 74’le Salon Köşelerinde’yi yan yana okuyabilirsiniz, Beyoğlu’nda tarihî bir gezintiye çıkmak isterseniz. Salon Köşelerinde, Safveti Ziya’nın 1910 tarihinde yayımlanmış romanı. Beyoğlu’nun sosyete hayatını, levantenlerin dünyasını, Pera Palas balolarını anlatıyor. Öyle pek ahım şahım bir roman değil ama, belgesel tadına diyecek yok.

Safveti Ziya’da alafranga, aristokrat görünümüyle çizilmiş Beyoğlu, hepi topu yirmi yıl sonra, İntermezzo’da ve Asmalımesçit 74’te büsbütün bohem bir görünüm edinir. 1950’lerin ortasında tanıdığım Beyoğlu ise, tam anlamıyla, olumlu olumsuz anlamlarıyla kozmopolit bir ortamdı. Demek, aziz dostum Çelik Gülersoy’un söylediği gibi, bir değil birçok Beyoğlu var. Birçok Beyoğlu hep iç içe. Geçen zaman birtakım değişimlere yol açsa bile, o ‘birçok’ Beyoğlu varlığını korumuş…

İstanbul için Beyoğlu semtinin özel bir anlam taşıdığını ileri sürebilir miyiz? Geçmişten günümüze uzanan, güncelliğini her dönemde koruyabilmiş bir anlam.

Beyoğlu, modern edebiyatımızda düzyazı yaygınlaşır yaygınlaşmaz, birçok eserin sayfalarında yer almış, dile getirilmek istenen mekânlar arasında baş köşeye oturmuş. Güzellikleri, çirkinlikleri, baştan çıkarışları, özendirişleri, kaygılandırışları sayılıp dökülmüş. Yani yine birçok Beyoğlu beliriyor.

Servet-i Fünûn romancıları orada Batı dünyasının ikinci, üçüncü sınıf şarkıcılarını, tiyatro, opera truplarını hayranlıkla izlediler. Sonra yazdılar. Aşk-ı Memnu’un Behlûl’ü kafe şantan yıldızlarıyla flört etti. Aşk-ı Memnu’dan bir iki yıl önce, Maî ve Siyah’ta, Ahmed Cemil Tepebaşı Bahçesi’nde gelecek güzel zamanın hayallerini kurmuştu. Mehmed Rauf’un romanlarında Beyoğlu, Pera Palas ve dansla anıldı. Dans etmek başlı başına bir erdemdi neredeyse.

Halid Ziya anılarında Mehmed Rauf’a hiç de şefkatle yaklaşmamıştır. Onun klasik Batı müziğine, hele operaya tutkusunu özentiden ibaret sayar. Beyoğlu, kim bilir, bazan özentilere de yol açabilir.

Yakup Kadri Beyoğlu’ndan Seniha’nın büyük mutsuzluğuna yol açacak israf dünyasını alımlıyordu. Gerçi Kiralık Konak’ta Beyoğlu bir odak semt değildir, kıyısından köşesinden sızar romana.

Gençliğimiz, Sözde Kızlar, hele Bir Tereddütün Romanı, Fatih-Harbiye Beyoğlu dünyasından ürktü. Peyami Safa bu uğrakta mânevî çöküşün izini sürüyordu. Aynı Peyami Safa, yukarıda andığım Asmalımesçit 74’te, bir anı-romanın kişisi olarak, ala ala hey bohem hayatın tam ortasındaydı. İlginç bilmece…

Refik Halid’in Anahtar romanı, yazarının barışçıl yaradılışından olsa gerek, Beyoğlu’na günahkâr semt damgasını vurmuyordu. Tam tersine, Beyoğlu sevimli gezintiler yöresiydi. Yaşadığım, çocukluğumda kalmış Beyoğlu’nu ben de öyle hatırlıyorum. Dükkânları, mağazaları, pasajları, pastaneleri, çiçekevlerini. Benimkine, Ziya Osman Saba’nın “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” daima eşlik ediyor.

Abdülhak Şinasi, Fahim Bey’le tanıştığı Degüstasyon’a uğrarken iyimserdi. Bir ‘ilençler beldesi’ anlatmıyordu.

Safiye Erol’da iz sürün; çiçekçiler, kumaşçılar, düğmeciler, şekerlemeciler, hepsi renkli bir şeyler söyler. Bu canlı renkler göz kamaştırır.

Sait Faik, bence, en gerçekçi Beyoğlu yazarıdır. Yargılamaz, kutsamaz. Sadece anlatır. Anlattıklarında acı, sevinç, şiir birbirine karışır. Günümüzde bu anlatışı Sevinç Çokum temsil ediyor. Çokum’un son romanındaki Beyoğlu ve çevresi beni çok etkiledi.

Orhan Veli’nin dizelerini unutmadım:

“Kim görmüş, ama kim,

Eleni’yi öptüğümü,

Yüksekkaldırım’da, güpegündüz?”

Tanpınar, Beş Şehir’den sonra kendisinin çıkardığı bir Beyoğlu paragrafında -epey uzun bir paragraf- bazı endişelerini saptar: Bütün alacalı görünümü bir yana, Beyoğlu hayatımıza yabancı kalmıştır. Samiha Ayverdi de aynı kanıdadır. Birçok Beyoğlu olduğu gibi, yazarlarımızın da farklı Beyoğlu’ları var. Hepsi duyuş ve düşüncemizin zenginlikleri.

Şunu söyleyebilirim: Beyoğlu, İstanbul’da yaşamayanlar için de bir rüya yöresiydi. Kıbrıs’tan gelen amcalarım, yengelerim ille Beyoğlu’na çıkmak isterlerdi. Gece hayatı, gazinolar, yanı başlarında tiyatro, konser, sinemalar; herhalde gönül çeliyordu.

Yaşadığım Beyoğlu’nu edebiyata geçmiş geniş yelpazesinden görür gibiyim. Sözgelimi, yenilikçi, öncü Küçük Sahne’nin hemen karşısında varyete üslûplu Ses Tiyatrosu. (Ses Tiyatrosu’nun revülü müzikli oyunlarına götürülmezdik. Aklım orada kalırdı.) Lokumların, akide şekerlerinin, çiftekavrulmuşların imparatorluğu Hacı Bekir’le aynı sırada pastalı, gatolu, pandispanyalı Tilla Pastanesi. Tezatlar yumağı değil, ayrı ayrı tatları çıkarılacak çeşit bereketi.

Tokatlıyan son günlerini yaşıyordu. Tozarmış bordo kadife perdelerini hatırlarım. Yoksa bordo, vişneçürüğü değil miydi? Ama kadifeydi, geçmiş bir görkemden konuşuyordu, tozarmış, eprimiş…

Çelik Gülersoy, Beyoğlu’nda Gezerken’de “Komedi Tiyatrosu”nu anlatır. Ben, Yeni Komedi’yi hatırlıyorum, Emek Sineması’nın bitişindeki. Gülersoy’u okuyuncaya kadar, geçmişte bir başka Komedi Tiyatrosu olduğunu ve bu ikincisine bu yüzden Yeni Komedi dendiğini bilmiyordum.

Çelik Bey, ilkinde, orada seyretmiş Cevat Fehmi Başkut’un Paydos piyesini, üstelik iki kez: “Hilekâr satıcı, eyyamcı bürokrat ve politikacı tiplerine karşı idealist öğretmenin savaşını, gözlerimiz yaşararak, dakikalarca alkışlıyorduk.”

Aziz dostumun gözleri yaşarmış. Ben, Yeni Komedi’de Paydos’u Vasfi Rıza’dan seyrederken, hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. O geceyi unutamam. İlk Komedi Tiyatrosu, 1956’da, Menderes’in imar hareketi sırasında yok olup gitmiş. Yeni Komedi uzun yıllardan beri kapalı. İçersi yıkık mı? Ne oldu? Merak ederim. Beyoğlu’nun en güzel tiyatrolarından biriydi.

Zaman geçip gidiyor. Çiçek Pasajı’nın ünlü akordeoncusu Madam Anahit, Faruk Cimok’un bir resminde görünüyor artık sadece.

Bu yazı toplamda 2139, bugün ise 0 kez görüntülenmiş

Share
Ev ve İş Telefonu Başvurusu Yapmak İçin; Buraya tıklayınız...

CommentYorum